18 Mart 2013 Pazartesi

Wall Street’in Kar’lı Yolları




Wall Street borsa simsarlarının kokaine, nam-ı diğer kar’a, düşkünlükleri adeta bu ünlü borsa merkeziyle özdeşleşmiş durumda. Eski Nasdaq başkanı Bernie Madoff, Bear Stearns CEO’su Jimmy Cayne, uzun yıllar Llyods için çalışan Trevor Collenette ve Broadcom'un eski CEO'su Henry T. Nicholas III kokain skandallarıyla dünya medyasında en çok ses getirmiş isimlerden yalnızca birkaçı.

Jimmy Cayne’in bir gün ofiste yakın arkadaşlarından Phil Cohen’e Bromo-Seltzer (ağrıları dindirmek için kullanılan bir çeşit antasid) şişesini gösterip, “Sence bu şişenin içinde ne var?” diye sorduğunu, “Tabiî ki Bromo-Seltzer” yanıtını aldığını ve bunun üzerine de gülerek “ Hayır. Tabiî ki şişenin içinde kokain var” diyerek karşılık verdiğini birçok medya organı yayınlamıştı. Aynı şekilde 2007 yılında Trevor Collenette’in yatındaki gizli bir fiber glas bölmede 15 milyar dolarlık kokainin yakalanması da büyük bir ses getirmiş, fakat Collenette “ İnanın kimin koyduğundan haberim yok.” diyerek bu haberi yalanlamıştı. Bernie Madoff ise Collenette’in aksine 1970’lerden beri Harlem’e uyuşturucu transferi yaptığını kabul etmişti. Kokain konusunda en dürüst davranan ise, kuşkusuz, Broadcom anlaşmalarından birini yüksek dozun etkisindeyken yaptığını itiraf eden Henry T. Nicholas III idi.

Medyada yalnızca borsa simsarlarının kokain bağımlılığı değil, Wall Street’ten sadece 0.21 mil uzaklıkta bulunan ve simsarların mesai bitimindeki uğrak yeri olan T.G.I Friday’s adlı restoranda 200$ karşılığında peçeteye sarılı şekilde kokain servis edilmesi de büyük yankı uyandırmıştı. Medyada geniş yankı uyandıran bu haberin akabinde yıllarca öne sürülen iddialar hakkında yorum yapmaktan kaçınan mekanın en sadık müşteri kitlesini hala Wall Street simsarları oluşturuyor.

Hırslı, güçlü ve hayatını para kazanmaya adamış kişilerden oluşan bu topluluğun büyük bir kısmının kokain bağımlısı olması bir tesadüf mü yoksa bilimsel bir gerçeğe dayandırılabilir mi? Yapılan araştırmalar, durumun tesadüften oldukça uzak olduğunu ortaya koyar nitelikte. Cambridge Üniversitesi’nden Profesör Trevor Robbins yaptığı araştırmaların sonucunda risk almanın, para kazanmanın ve kokainin beyindeki haz ve ödüllendirme gibi davranışlara aracılık eden, aynı zamanda bireylerin davranışlarını yönlendiren ödüllendirme sistemini uyardığını kanıtlamıştır. Kokain kullanımının, riskli eylemlerde bulunmanın ve para kazanımının beyindeki dopamin seviyesini yükselttiğini, dolayısıyla bireylerin kendini daha iyi hissederek, beyinlerindeki ödüllendirme sisteminden “Daha fazlasını iste.” komutunu aldıklarını da bu araştırmanın sonucunda ortaya koymuştur. Bir başka deyişle, yatırımdan elde edilebilecek kar potansiyeli yatırım yapma güdüsünü tetikleyen salgıları harekete geçirir. Yatırımdan elde edinilmesi muhtemel olan karı beyin ödül olarak algıladığından ödül sistemi uyarılır. Tıpkı hazzı tetikleyen uyuşturucuların kullanımında, keyif veren lezzetli yemeklerin tüketiminde ve risk barındıran eylemlerde bulunulduğunda olduğu gibi beyin dopamin hormonu salgılamaya başlar. Salgılanan dopamin hormonu bireyin kendisini daha enerjik, mutlu ve güvende hissetmesini sağlar. Dopamin seviyesinin yükseldikçe, beyin ödül sisteminin daha çok uyarılmasını, dopamin seviyesinin daha da artmasını ve aynı pozitif etkilerin artarak devam etmesini ister. Kısacası, az önce de sözünü ettiğimiz gibi beyin daha fazlasını ister.

Ödül sistemi uyarıldığında, yani yatırımcı kazandığında, beyin daha fazlasını ister. Peki istenilenin aksine, yatırımdan kar elde edilemezse ne olur? Yatırımdan kaynaklanan maddi kayıpların sonuncunda beyindeki, mutluluk hormonu olarak da bilinen, seratonin hormonu seviyesi azalır. Seratonin hormonunun azalması bireyin kendisini depresif hissetmesine, duygusal çöküntüler yaşamasına ve davranış bozuklukları sergilemesine yol açar. Seratonin seviyesinin düşmesinden kaynaklanan anksiyete ve depresyonun sonucunda yatırımcının biyolojik korunma mekanizması devreye girmek ve riskli yatırım kararları alınmasının önüne geçmek ister. Fakat yatırımcılar dürtülerine hakim olamanın sonucunda kar elde etmek için ya daha değişik yatırım stratejileri izlerler ya da çılgınca kar elde edebilecekleri diğer yatırımların peşine düşerler. Ne yazık ki Kahneman ve Tversky’nin 1992 yılında yaptıkları çalışmanın sonucunda öne sürdükleri gibi yatırımlardan kaynaklanan kayıpların yaşattığı duygusal çöküşün şiddeti, yatırımların getirdiği karın pozitif etkilerinden iki kat daha şiddetli hissedilir. Muhtemel maddi kayıp durumunda da yaşanan bu çöküşün etkilerini azaltmak için yatırımcılar dopamine ihtiyaç duyarlar ve bir kez daha çareyi kokainde ya da ödül sistemini uyaran diğer uyarıcılarda ararlar.

16 Ağustos 2009 yılında, Christine Dell’Amore’un National Geographic’te yayınlanan yazısında Massachusetts Üniversitesi’nde yapılan ilginç bir araştırma sonucuna yer verilmiştir. 2007 yılında yapılacak olan bu araştırma için Brezilya, Kanada, ABD, Çin ve Japonya’dan banknot örnekleri toplanmış ve bu değişik para birimine mensup banknotların üzerindeki kokain kalıntısı olup olmadığı araştırılmıştır. Araştırma oldukça çarpıcı bir şekilde sonuçlanmış ve ABD banknotlarının %90’ının üzerinde kokain kalıntılarına rastlanmıştır. ABD banknotları barındırdıkları kokain oranıyla ilk sıraya yerleşirken, Japonya ve Çin banknotlarının en az kokain barındıran banknotlar oldukları sonucu elde edilmiştir. ABD banknotlarına birinciliği getiren bu oranda şüphesiz ki Wall Street simsarlarının ve dopamin bağımlısı yatırımcılarının da payı vardır.

C. Ferguson’un imzasını taşıyan Inside Job belgeselinde de değinildiği gibi kokainin Wall Street’teki tarihi en az paranınki kadar köklüdür ve kokain en az para kadar Wall Street ile özdeşleşmiş durumdadır. Araştırmalarla da desteklendiği üzere bu durum bir tesadüften ziyade bilimsel bir gerçekliktir ve bu ikilinin heyecanlı ilişkisi şüphesiz ki daha birçok film, belgesel ve araştırmaya konu olacaktır.

*Kokain argoda kar (snow) ya da kok (coke) olarak geçer. Bknz. http://www.hekimonline.com/yenisite/moduller/ansiklopedi/index.php?tid=1133

Yaralanılan Kaynaklar

Dell'Amore, C., 2009, “Cocaine on Money: Drug Found on 90% of U.S. Bills”

Peterson R.L., “Probing the brain of an investor: How advances in neuroscience are demystifying the markets”

Hoegler, M., “Cocaine in the Brain”

Stock, K., 2010, “Wall Street Drug Use: Employees Giving Up Cocaine for Pot and Pills”







12 Mart 2013 Salı

İstanbul Uluslararası Finans Merkezi Olabilir mi?






Küreselleşme rüzgarı ile fonların serbest dolaşımının artması, yatırımcıların teknoloji sayesinde bilgiye daha kolay erişim sağlaması ve böylece yatırım maliyetlerinin düşmesi “global finans merkezi” olgusunu yaratmıştır. Fonlarını istedikleri piyasaya kolayca yönlendirebilen yatırımcılar, bulundukları ülkenin onlara sunduğu yatırım seçenekleri ile sınırlı kalmaktan kurtulup, uluslararası piyasalardaki seçeneklere de ulaşma imkanı elde ettiklerinden, global finans merkezi olmak, böylece farklı ülkelerden yatırımcıları cezbederek fon akşını kendine yönlendirmek hemen her ülkenin tecrübe etmek istediği bir olay halini almıştır. Son yıllarda gelişmekte olan ülkelerin revaçta olması, finansal kuruluşların da yatırım yapmak için bu ülkeleri tercih etmeye başlaması sonucu Londra, New York, Singapur gibi önemli finansal merkezler ile “uluslararası finansal merkez” sıfatını almaya aday ülkeler arasında rekabet yaşanmasına sebep olmuştur.

Uluslararası fon akışının yanı sıra ekonomik büyüme, istihdam artışı, finans sektöründe verimlilik artışı ve senyoraj artışı gibi olumlu etkilerden dolayı bir çok şehir global finansal merkez olmak konusunda yarış halindedir. Bir şehir, “global finansal merkez” sıfatını elde ettiğinde, yoğun fon girişi ile karşılaşmaktadır. Bu yoğun fon girişinin ise şirketlerin finansman kaynaklarını çeşitlendirir ve fon kaynaklarının ucuzlamasına sebep olur. Böylece yapacakları yatırımları daha kolay finanse etmeye başlayan şirketler, ülke genelinde ekonomik büyümeyi hızlandırır. Büyüyen ekonomide istihdam artışı yaşanmasının yanı sıra, iş gücü niteliği de artar. Nitelikli iş gücünün finansal kurumların yatırım kararlarını olumlu yönde etkilediğini de göz önünde bulundurduğumuzda, şehrin daha fazla yatırımcının tercihi haline geleceğini söyleyebiliriz. Bu olumlu etkilere ek olarak finansal merkez haline gelen ülkelerde finans sektöründe verimlilik artışı gözlenir. Yabancı finans kuruluşlarıyla rekabet haline giren yerli kuruluşlar verimliliklerini arttırıp maliyetleri düşürerek rekabet güçlerini arttırmak isterler, bu da hem hizmet kalitesinin hem de sektör verimliliğinin artmasına yol açar. Finansal merkez olmanın bir diğer olumlu getirisi de senroyaj artışıdır. Bu görüşü destekleyen veriler olmadığı için, finansal merkez haline gelerek senyoraj artışının sağlanıp sağlanamayacağı biraz tartışmalıdır. Fakat bazı çevreler finansal merkez olan bir ülkenin kendi para cinsinden borçlanmasının kolaylaşacağını, böylece ülkenin para basmaktan kaynaklanan senyoraj gelirlerinin artacağını iddia etmektedir.

Yukarıda bahsedilen olumlu özelliklerin yanında finansal merkez olmanın elde edilen ünvanı kaybetme, karapara ve aklanmasına da ev sahipliği yapma ve kurumsal mali sorunlardan etkilenme gibi riskleri de vardır. Finansal merkez olmak düşük sabit sermaye yatırımı gerektirdiğinden, hızlı bir şekilde bu ünvanı elde etmek olasıdır. Fakat ülkede beklenmeyen bir risk oluştuğunda, ya da ünvana daha güçlü bir aday çıktığında, ülkenin “finansal merkez” sıfatını kaybetmesi muhtemeldir. Bunun yanı sıra finansal merkezlerin karşılaştığı yoğun ve hızlı fon akışı, o merkezin kara para aklama amacı ile kullanılması riskini doğurur. Kara para aklanma merkezi haline gelmek ise, yabancı finans kuruluşlarının ülkeyi terk etmesine, dolayısıyla ülkenin finansal merkez ünvanını kaybetmesine sebep olur. Finansal merkezler kara para ve aklanmasına ev sahipliği yapma ve ünvanı kaybetme riski dışında bir de mali sorunlardan etkilenme riskini taşır. Yabancı finansal kurumlara ev sahipliği yapan finansal merkezler, bu finansal kurumların genel merkezlerinin bulundukları ülkelerde yaşanan mali sıkıntılardan etkilenirler. Aynı şekilde finansal merkezlerde yaşanan krizlerde de orada yerleşik finansal kurumların güçlükler ile karşılaşmasına sebep olmakta ve bu durum diğer ülkelerdeki finans kurumlarını ve ekonomilerini etkilemektedir.

Türkiye Bankalar Birliği Yönetim Kurulu’nun 2006 yılında Başbakanlık’a yaptığı ziyaretin akabinde şekillenen İstanbul’un uluslararası finans merkezi olması düşüncesi, İstanbul Uluslararası Finans Merkezi (İFM) Projesi adı altında, 2007-2013 yıllarını kapsayan Dokuzuncu Kalkınma Planında yer almış, 2009-2011 dönemini kapsayan Orta Vadeli
Program ve 2009 Yılı Programı çerçevesinde projeye ilişkin strateji oluşturulmasına yönelik çalışmalar başlatılmıştır. İstanbul İFM projesi kapsamında, 2007 yılından beri içerisinde Tokyo, Chicago, New York, Singapur, Hong Kong, Zürih ve Cenevre gibi oldukça güçlü rakiplerin de yer aldığı 75 kent arasından sıyrılıp uluslararası finans merkezi, bir diğer deyişle uluslararası fon arz ve talebinin karşılaştığı kent, olabilmek için çalışmalarını sürdürmektedir. Bu konu üzerinde yapılan ve 75 kentin dahil edildiği çeşitli araştırmaların sonuçları derlendiğinde ortaya Londra’nın en önemli finans merkezi olduğu, İstanbul’un ise ne yazık ki 60. sıralarda yer bulduğu gerçeği göze çarpıyor. Peki İstanbul bu güçlü rakiplerini eleyip, uluslararası finans merkezi olma yarışında ipi göğüsleyebilir mi?

“Uluslararası finans merkezi” sıfatının ülkemizin finans sistemini, ekonomik büyüklüğünü, politik ve hukuksal yapısını, istihdam düzeyini ve daha bir çok konjonktürünü olumlu yönde etkileyecek olmasının yanı sıra ülkemize uluslararası platformda saygınlık artışı sağlayacağı reddedilemez bir gerçektir. Son dönemlerde yaşanan küresel kriz İstanbul’un finansal merkez olmak için öne çıkmasında bir fırsat olarak görüldüyse de, ülkemizdeki hukuksal altyapı zayıflığının, finansal ürün ve çeşitliliğin yetersizliğinin, basit ve etkin bir vergilendirme sisteminin bulunmamasının, fiziksel ve teknolojik altyapı zayıflığının, düzenleyici ve denetleyici çerçevenin yeterince geniş olmamasının “finansal merkez” olma ünvanını elde etmeye giden yolda engel teşkil edeceği unutulmamalıdır.

Financial Times 2010 yılı mayıs ayında yayınladığı ve İstanbul’un finansal merkez olmasını
konu alan özel raporunda düzenleyicilerin koordinasyon eksikliğinden söz etmiş, konuya örnek olarak ise Türkiye’de şirket tahvili çıkartmak isteyen ilk bankanın başvurusunun Sermaye Piyasası Kurulu tarafından kabul edilip, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu tarafından reddedilişini örnek göstermiştir. Bu tür sorunları aşmak ve hukuksal altyapının güçlendirilmesi konusunda İFM Projesi içeriğinde de belirtilen üç öncelik bulunmaktadır. Bunlardan ilki uyuşmazlıkların hızlı ve etkin bir şekilde çözümlenmesine yönelik olarak yargı sisteminde iyileştirmelerin sağlanmasıdır. Bu önceliği, İstanbul’da bağımsız ve özerk yapıya sahip uluslararası alanda rekabet edebilecek düzeyde kurumsal bir tahkim merkezinin oluşturulması ve arabuluculuk sisteminin etkin bir şekilde kullanılması sağlanması izlemektedir. Bir diğer öncelik ise; İFM Projesi’nde katkısı bulunacağı öngörülen tasarıların kanunlaşma süreçlerinin hızlandırılması yönünde çalışmalar yapılmasıdır. Bunların yanı sıra finansal merkez olmaya aday şehirlerde yerli ve yabancı şirketler hukuken eşit tutulmalı, hukuki düzenlemeler öngörülebilir ve tutarlı olmalı, vergi yapısı global bazda rekabetçi olmalı, vize ve çalışma izinleri esnek olmalıdır.

Bir kenti finansal merkez olma mertebesine taşıyan en önemli etkenlerden biri, sunulan ürün ve hizmetlerin çeşitliliğinin yanı sıra sunulan koşulların cazipliğidir. Türkiye’de finansal sektör lokomotifinin bankalar olduğu gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, bankacılık sektörünün gelişmiş ülkelerdeki örneklerinden geri kalmış olması üzücüdür. Bankacılık sektörünün de gerisinde kalan sigortacılık sektörü ise gerek ürün gerekse hizmet açısından iyileştirilmeye tabi tutulmalıdır. Bu bağlamda atılacak en önemli adımlardan biri finansal sektör düzenlemelerinde prensip bazlı bir anlayış benimseyerek, yasal altyapının uluslararası düzenlemelere ve uygulamalara uyumu sağlamaktır. Sektörde şeffaflığın arttırılması ve rekabet üstünlüğü yurtdışı piyasalara kaymış olan finansal ürün ve hizmetlere yönelik tedbirlerin alınması da unutulmaması gereken hususlardır. Bunların yanı sıra, piyasaya giriş-
çıkışın kolaylaştırılması ve yeni finansal ürünlerin sunulması da önem teşkil etmektedir.

Etkin ve basitleştirilmiş bir vergi sistemine sahip olmak finansal merkez olma yolunda ilerleyen kentlerin olmazsa olmazlarından biridir. Vergi öngörülebilirliği ve rekabet gücünün arttırılması, vergi oranlarının düşürülmesi, uzun vadeli ve geniş tabanlı vergi sisteminin oluşturulması ilkeleri baz alınarak finansal işlemlerin ülke içinde yapılması teşvik edilmeli, sürdürülebilir ve istikrarlı bir vergi politikası izlenmeli, hukuki güvenlik idareye yorum yetkisi bırakmayacak şekilde düzenlenmeli ve sektörde kayıtdışılığa dayalı haksız rekabetin önüne geçilmesi hedeflenmelidir.

Finansal piyasaların ve kurumların hızla değiştiği göz önünde bulundurulduğunda, finansal sistemin düzenlenmesi ve denetlenmesine ilişkin kuralların da benzer bir gelişime tabi tutulması gerektiği söylenebilir. Bu başlık altında; mevcut Sistemik Risk Komitesi’nin görev ve fonksiyonları güçlendirilmeli, uluslararası standartların oluşum süreci yakından takip
edilmeli, ve borsaların, faaliyetlerini piyasa dinamiklerine cevap verebilecek esneklikte gerçekleştirebilmelerini sağlayacak hukuki statüye kavuşturulmaları ve genel kamu idaresini ilgilendiren mevzuat kapsamı dışına çıkarılmaları sağlanmalıdır.

Fiziksel ve teknolojik altyapı gelişmişliği finansal merkez olmaya aday bir kentin barındırması gereken temel özelliklerden biridir. Fiziksel altyapının geliştirilmesi kapsamında İstanbul’da yaşam kalitesi, güvenlik ve ulaşım imkanları artırılmalı, finansal kuruluşların altyapı ihtiyaçlarını karşılayacak fiziksel koşullar sağlanmalıdır. Teknolojik altyapının iyileştirilmesi için ise elektronik haberleşmenin hızlı, güvenilir, kesintisiz ve düşük maliyetli bir şekilde sunulması sağlanmalıdır. Global finansal merkez olan şehirlerin yabancı finans kurumlarına, dolayısıyla yabancı işgücüne de ev sahipliği yaptığı düşünüldüğünde, yabancılar için uluslararası standartlara uygun eğitim veren okulların bulunması, yaşam maliyetlerinin uygun olması, uygun maliyetli konutların olması ve çeşitli kültürel faaliyet ve eğlence alanlarının bulunması gereklidir.

Mart 2012’de 11.si yayınlanan global finansal merkezler endeksine göre Ortadoğu ve Afrika merkezleri arasında ilk 3 sırayı Dubai, Katar ve Abu Dhabi alırken İstanbul kendine 6. sırada yer bulabilmiştir. Global bazda ise İstanbul ancak 61. sırayı alabilmiştir. Yine aynı raporda İstanbul’un henüz potansiyeline ulaşamadığı ve orta vadede gelişim göstermesinin beklendiği not edilmiştir. İyimser bir bakış açısıyla bölgesel sıralamada bile ilk 3’e giremeyen İstanbul için uluslararası finansal merkez haline gelme yolunun hala açık olduğu düşünülürse, önünde altyapı zayıflıklarının giderilmesi, düzenleyici ve denetleyici çerçevenin genişletilmesi ve vergi sisteminin basit ve etkin hale getirilmesi gibi uzun bir yapılacaklar listesi olduğu aşikardır.


Kaynaklar